Türkiye Kamuoyuna,
Savaş ülkemizdeki iletişim atmosferine bir bomba gibi düştü. Amerika’nın Bağdat’ı bombalamaya başlamasından önce tam altı ay boyunca Türkiye’nin bu mesele karşısında tutumunun ne olmasının gerektiği üzerine tartışıldı. Tüm bu tartışmalarda iki temel görüşün öne çıktığı görülüyor. Birinci görüş, Amerika Birleşik Devletlerinin uluslararası hukuka rağmen Irak’a yönelik askeri müdahalesini doğru bulmuyor ve ABD’nin dünya düzenine ve tabi Ortadoğu’ya vermek istediği yeni şeklin son derece yanlış ve tehlikeli sonuçlara yolaçabileceğini iddia ediyor. Hatta Amerikan yönetiminin dünyanın açık ara en büyük süpergücü olma halini kavrayamadığını, küreselleşme sürecini gayet yanlış bir patronajla yönettiğini ve bu politikalardan uzun vadede Amerikanın ve Amerikan ulusunun (dolayısıyla en büyük üretici ve tüketici gücü olduğu için dünyanın) zarar göreceğini iddia ediyorlar.
İkinci görüş ise doğru veya yanlış ABD’nin Irak’a yaptığı müdahalenin meşru temelleri olduğunu, Türkiye’nin bu müdahalede Amerikanın yıllara dayanan stratejik müttefiki olarak mutlaka Amerika’nın yanında yer alması gerektiğini aksi takdirde kırılgan ekonomisiyle ve Kürt meselesiyle bundan büyük zarar göreceğini iddia ediyorlar.
Türkiye’nin tüm düşünen ve konuşan insanları savaşı tartışırken Adalet Kalkınma Partisi hükümeti Türkiye Büyük Millet Meclisinden Kuzey Irak cephesinin açılabilmesi için Amerikan Askeri birliklerinin Türkiye’den geçişine izin veren teskereyi geçiremedi. “TBMM’den tezkerenin geçirilememiş olması AKP’nin bu süreci yönetemediği veya kötü yönettiği anlamına gelir” şeklindeki yorumlar olukça acelecidir. Halkının büyük çoğunluğunun savaşa karşı olduğu bir ülkenin meclisi böyle bir kararı bahsi geçen kolaylıkla veremezdi. Ayrıca TBMM’nin ve siyasi partilerin demokratik teamüller içerisinde çalışmasını savunanlar böyle kritik bir meselede Meclisin demokratik iradesinin tecellisine saygı göstermek zorundadırlar.
Bugün Türkiye’de bu süreç fevkalade yanlış bir takım kavramlarla tartışılıyor. Biz bu süreç içerisinde tezkerenin geçmesi halinde Amerikanın bize hibe ve kredi içinde ödeme ihtimali olan parayı yardım olarak adlandıramayız. Dolayısıyla bu para gelmediği için Türkiye ekonomisi zor durumda kalacak da diyemeyiz. Sorumluluk sahibi herkes AKP hükümetinin Amerikadan istediği paranın yine Amerika’nın kaçınılmaz hale getirebileceği bir savaştan doğacak zararların tazminine yönelik bir mana taşıdığını bilir. Müzakere süreci içerisinde bahsi geçen çeşitli meblağlar savaşın oluşturacağı zarar hakkında yapılan değişik tahminlerden kaynaklanıyordu. Özetle, Türkiye ABD’nden tezkere için değil, savaşın kendisine vereceği zarar ve ziyan için kaynak istemiştir. Bunun başka türlüsü düşünülemez. Elbette işin doğrusu zarar ve ziyanın telafisi için kaynak istemektir. Bu meşru ve haklı bir taleptir ve bugün Türkiye böyle bir talepte bulunma hakkını saklı tutmalıdır.
Türkiye ekonomisi Amerika'dan veya IMF’den gelecek paralarla kurtulamaz, kırılganlıktan bu yolla çıkamaz. Daha önce de defalarca söylediğimiz gibi Türkiye ekonomisinin kurtuluşu üretmekten, ihraç etmekten geçmektedir. Türkiye ekonomisin kurtuluşu tükettiğinden daha fazlasını üreten bir ülke olmaktan geçmektedir. Ortada panik yapılacak bir durum yoktur. Gerek iç gerekse dış borcun çevirimi için mevcut modeller tıkanmışsa ve çözüm yerine çözümsüzlük içeriyorsa çözüm içerecek yeni modeller tasarlanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin böylesine olağanüstü bir dönemde, dünya milletleri nezdinde onurlu pozisyonunu koruyabilmesi içiin radikal veya rasyonel her türlü önlemi almayı düşünmelidir.
Türkiye iktisaden rasyonel olmayan bir şekilde iç borç faizi ödemektedir. Dünya’nın hiçbir modern ülkesinde borçlanma maliyeti bu seviyede değildir ve yine dünyanın hiçbir ülkesinde alacaklılar bu denli yüksek ve düzenli bir kazanca sahip değillerdir. İç borç faizlerini yıl sonu enflasyon tahminlerinin 30 - 40 puan üstünde taşıyan bir sistem ne içeride ne de dışarıda sağlıklı kararlar alamaz, doğru ve istikrarlı bir strateji geliştiremez.
Devlet iç borç meselesinin bir şantaj malzemesi yapılmasına karşı gerçekten tüm yönleri iyi düşünülmüş bir önlem paketi geliştirmek zorundadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti tarihi boyunca tüm borçlarını alacaklılarını zarara sokmadan ödeme onuru göstermiştir.
Bugün öyle bir durum mevcut ki adeta devlet, devlete karşı durmaktadır. Sağlıklı ve haysiyetli politikalar geliştirmek istediğimizde devletin mali politikalarıyla karşılaşıyor ve faiz batağına düşüyoruz. Bundan dolayı tüm sosyal maliyetlerini ödeyerek devleti küçültmek ve devleti piyasalardan son derece pahalı bir biçimde para hortumlayarak piyasaları irrasyonel hale getiren bir kurum olmaktan çıkartmalıyız.
Bugün toplam mevduatın yalnızca %26 sını reel sektör kullanmaktadır. Devletin para piyasalarından kullandığı miktar %61 seviyesindedir. Bu denklem en kısa süre içerisinde tersine dönmelidir. Bunun için gereken her türlü radikal tedbir alınmalıdır. Şimdiye değin krizin maliyetlerini büyük ölçüde reel sektör ve geniş yığınlar üstlenmiştir. Maliyet ödemesi gerekenler, maliyeti paylaşması gereken kesimler bu kadarla sınırlı olmamalıdır. Maliyet artık bu süreçten kâr edenlere de fatura edilmelidir.
Savaş meselesini ekonomik bir mesele olmaktan ve kısa vadeli ekonomik problemler çerçevesinde tartışmaktan, ekonomiyi savaş konusunda alınacak yanlış kararların şantaj malzemesi olmaktan bir an önce çıkartmalıyız. Amerika ile olan müttefikliğimiz, Amerika’nın her hareketine çeşitli nedenlerle evet diyeceğimiz anlamına asla gelmiyor. Amerika ve müttefikleri hukuk açısından tartışılan bir operasyonu büyük acılara ve sıkıntılara yol açan bir tarzda sürdürüyorlar. Böyle bir tartışmalı sürece ortak olmamalıyız. Fakat, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Kuzey Irak’ta olup biten herşey karşısında kendi ulusal menfaatlerini toprak bütünlüğünü korumak için gerekenleri yapma hakkına sahiptir. Bu hak ertelenemez, devredilemez ve vazgeçilemez niteliktedir. Bir millet gücü yettiğine dur, gücü yetmediğine de geç derse, hiçbir zaman devlet olamaz. Dolayısıyla bu operasyona katılmamış olmamız Amerika’ya Kuzey cephesini açmak için tezkere vermemiş olmamız bölgeye olan müdahale hakkını ertelemez. “Tezkereyi vermedik, eyvah şimdi para gelmeyecek, kırılgan ekonomimiz bunalıma düşecek” ne kadar yanlışsa “tezkere vermedik, öyle ise elimiz kolumuz bağlanmıştır” tezi de o kadar yanlıştır.
Orta ve uzun vadede gerçek anlamda bir tehdit ortaya çıkmadığı sürece Türk Silahlı Kuvvetlerinin sınır ötesi müdahalesi gerekli gözükmemektedir. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve Irak’ta yaşayan Türkmen, Kürt, Arap topluluklarının ulusal bir bütünlük içerisinde yaşaması temennimizdir. Amerika’nın da Ortadoğu’da başka yaralar açacak yeni maceralara girmeyecek “sağduyuda” olduğunu düşünmek istiyoruz.
Bizim bir an önce savaş meselesi kadar, günlük problemlerimize de eğilmemiz ve süratle yaratıcı çözümler üretmemiz gerekmektedir. Savaş, geçmiş yıllara göre zaten daralmış olan iç pazarımızı henüz düşünüldüğü kadar etkilememiştir. İhracatımız tüm olumsuz faktörlere rağmen artmaya devam etmektedir. Dünyaya sattığımız malı daha iyi fiyatla nasıl satacağımızı, imajımızı nasıl düzelteceğimizi konuşmamız ve çözümler üretmemiz gerekiyor. Gelecek, alacağımız yardım paralarında veya kredilerde değil, dış satımda ve üretimdedir. Finans sektörü, reel sektörü kredilendirmek konusunda eğer yetersizse, bu dünyanın sonu değildir. Reel sektörü üretime istihdama ve yatırıma cesaretlendirecek dolaylı krediler açmanın yollarını aramalıyız. Özellikle ihracat merkezli üretim ve yatırım için oluşturulabilecek dolaylı teşviklerin geleceğimizi onarmanın yegane yolu olduğunu hesaba katmalıyız.
Kimse kuşku duymasın ki Türkiye bu savaşta yer almadığı için ne Amerika tarafından ne dünya milletleri tarafından gözden çıkarılamaz, kaçırılmış bir tren yoktur ve kimse kuşku duymasın ki bu istasyondan daha çok tren geçer.
Oğuz Satıcı
Türkiye İhracaatçılar Meclisi (TİM) Başkanı